TİYATRODA DRAMATİK YAZIM SANATINA BİR YAKLAŞIM VE KADIN’NIN YERİ ÜZERİNE…
Türel Ezici
Dramaturgi ya da dramatik yazım teorisinde bana en ilginç gelen, oyun yazarken sıkça başvurduğum yaklaşım, yazarın karakterleriyle kurduğu iletişim üzerinedir. Buna her insan gibi homo ludens / oynayan insan olan yazarın tasarladığı, karakterleriyle birlikte oynadığı bir oyun diyebiliriz. Yazma oyununun sahnelenmiş oyundan farkı, yazarın oyunun ilk rejisörü, ilk kostüm ve mekân tasarımcısı olması, bütün karakterlerini kendisinin yaratıp yönetmesi, her karakteri ilk kez kendisinin oynamasıdır.
“Oyun yazarı koşullarını belirlediği ya da özellikle belirsiz kıldığı bir çevre içerisine bıraktığı karakterlerinin, tutum ve davranışlarını gözleyerek, onlarla konuşarak oyunu kurar, ana eyleme yön verir.”
Yöntemi, -tiyatronun seyirciyle ilişkisini, eğitsel, estetik kadim işlevini saklı tutarak- başlıca tiyatro dönemlerindeki dramatik yazım biçimleri üzerinden biraz açalım:
Antik tragedya yazarı, hiyerarşik sıralamaya göre ölçüleri tespit edilmiş evren ve dünya düzeninin oyun kahramanları üzerindeki etkilerini asal etik bir çatışma üzerinden inceler. Sonuçta yıkıma uğraması kaçınılmaz olan kahramanından yazarın beklediği, koşulları aşmaya çalışırken sıradan olmayan bir varoluş sergilemesidir. Kahraman bu yönlendirmeyle harekete geçer, yıkımı eyleminin büyüklüğü oranında acı üretir. Metafizik yazgının nispeten aşıldığı, evren düşüncesinin şiirsel fona çekildiği Rönesans tragedyalarında uzam artık dünya sahnesidir. Dış dünyanın zorlayıcı gerçekleri, kendi iç dünyasının karmaşasıyla kuşatılmış kahramandan yazarın beklentisi, aynı şekilde ortalamanın üstünde bir varoluş sergilemesidir. Kahramanın eylemi ve sonuçtaki yıkım antik tragedyadaki gibi büyük ve şiddetlidir. Seküler dünya düzenini yansıtan modern gerçekçi dramlarda da uzam ve koşullar belirlenmiştir. Genellikle yazarın karakter(ler)ini içine bıraktığı çevre, ekonomik ve politik sistemin etkilediği sosyal, kültürel, moral bir alandır. Yazar bu kurulu düzenin baskısı altındaki karakterinin ne yapıp ne yapamayacağını gözlemler. Tragedya kahramanından beklentisinin aksine, karakterinin eylem gücünden kuşku duyar. Bunda son derece haklıdır, çünkü oluşturduğu verili zorlu koşullar sıradan bir insan olan karakter için bir varoluş eylemini imkânsız kılar. Karakterin bütün eylemi yaşayan bir canlı olarak var kalma mücadelesine indirgenmiştir. Yazar için onun öyküsünü yazılır, seyredilir kılan verdiği sonuçsuz mücadelede gösterebildiği direnç olmalıdır. Brecht bu direnci ve daha ötesini, yöneldiği seyircide görür. Koşullarını kapitalin ve emeğin çelişik gerçekliği üzerine kurar, karakterlerini bu koşullarla baş başa bırakır. Yer yer uyarılarla bölümlediği hikâye akıp giderken hakça bir dünyanın nesnel koşullarına ulaşmada ilgiyi sonuca değil nedene yönelik tutması, kurgusunun politik angajmanının gereğidir. Ona göre savaşların, açlığın, suçun, yıkımın sorumlusu aç gözlü, doymak bilmeyen mülkiyetçi sistemdir. Brecht çözüm için seyirciye tarihsel bağlamda düşünsel/diyalektik bir perspektif sunar. Sartre ise bir düşünür oyun yazarı olarak, yabancılaşmış karakterlerini dünya hâli gibi saçma, uyumsuz (absürt) insan ilişkilerinin, iletişimsizliğin yaşandığı soyut ya da somut bir ortama fırlatır. Onlarda varoluşun imkânsızlığını, iletişimsizliği, yabancılaşmayı, çaresizliği, yıkımın kaçınılmazlığını inceler. Bu karakterlerle insana; saçmayla yüzleşmeyi, an’ı yaşamanın önemini, öncesizliğin ve sonrasızlığın kabulünü, kişisel, toplumsal sorumluğunu üstlendiği bir eylemle var olarak kendilerini özgürleştirmelerini önerir. Sartre’ın bu bireyci önerisinin kendi döneminde ve günümüz dünyasında ne denli karşılık bulduğu üzerine ayrıca düşünülebilir. (…)