TİYATRALLİK VE MEKÂN ÜZERİNDEN DOGVILLE
Zeynep Pakkan
Hızlı ve keskin kamerası, tam doyuma ulaşmadan kesilen sahneler, absürt ama bir o kadar da içimizden kahramanlarıyla, Lars von Trier’in alışılmadık bir yönetmen olduğunu söylemek pek de yanlış olmaz. Şu ana kadar pek çok başarılı yapıma imza atarak ilgi toplayan Danimarkalı yönetmenin yolculuğu aslında 1995’te bir avangart film manifestosu “Dogma 95” ile başladı. Burada Trier ve arkadaşları estetik pahasına gerçeği ortaya çıkarmaya ant içtiler. 10 maddeden oluşan manifestoda optik numaralar ve filtreler kesinlikle kullanılamaz, dışarıdan dekor ve ışık getirilemez, film şimdi ve burada geçmelidir, yönetmen jenerikte belirtilmemelidir gibi maddeler yer alıyordu. Daha sonraki röportajlarında Dogma’nın çok katı olan kurallarına biraz esneme payı getirilmesinin gerekliliğini kabul etse de Trier, hiçbir zaman gerçekten ve anlattığı gerçeklikle izleyici konfor alanından etmekten çekinmedi. Trier’in filmografisinde 8. sırayı tutan ve Dogma geleneğini de sırtında taşıyan Dogville, 2003’te film sahnesine bomba gibi düştü ve Cannes Film Festivali’nde büyük ilgi ve eleştiri topladı. Hatta ünlü Amerikalı senarist ve yönetmen Quentin Tarantino tarafından eğer bir tiyatro oyunu olarak yazılsaydı Pulitzer Ödülü alabileceği bile söylendi. Peki Tarantino filmin neden tiyatro olarak yazılmasını önerdi?
Amerika’nın Colorado eyaletinin Dogville kasabasında geçen film, başı mafya ile belada olan genç, güzel ve faziletli bir kadın olan Grace’in kasabaya sığınmasından sonra yaşanan olayları, açılış artı 9 bölüm olarak ele alıyor. Hikâye ilerledikçe kasaba yerlilerinin başta dostane ve misafirperver yaklaşımları, Grace’in varlığının kendileri için bir tehdit hâline gelmesiyle kötülüğe doğru bükülür. Zamanla Grace’den faydalanmaya, onu sömürmeye, her türlü kötülüğü ve eziyeti yapmaya başlarlar. Kahramanlar arasındaki dinamikler ve gerçeklik kurulumuyla Trier, hem Amerikan toplumuna sağlam bir eleştiride bulunuyor hem de iyilik-kötülük, insanın doğası, emek ve sömürgecilik gibi konularda çarpıcı tespitler yapıyor. Anlatının bu kadar çarpıcı olabilmesinin sırrı, filmin kurulumunda, belki de Tarantino’nun da belirttiği gibi tiyatral olabilecek anlatısında. Bu görüşe neden olan ana unsurun filmin sahne tasarımı olduğu açık. Dogville kasabasındaki yapıların duvarları yok. Oyuncular tebeşirle sınırları belirlenmiş bir sahnenin içerisinde performanslarını veriyorlar. Hiçbir dekor veya arka plan izleyiciyi hikâyeden uzaklaştıramıyor. Filmde anlatının, kurmaca sinemasal mekân olarak bir sahnede geçiyor olmasını; “Theatrum Mundi” geleneğiyle ilişkilendirebiliriz, başka bir değişle “Hayat bir sahnedir.” düşüncesiyle. Filmin, tiyatral anlatımı ve abartılı oyunculukları, duvarlardan arındırılmış sade bir sahneyle birleşince güçleniyor. Dekordan ve kamera oyunlarından sıyırılmış yalın ama abartılı yönetmenlik, bize anlatının gerçekçi ve katarsis yaşatma amacıyla yapılmasından ziyade, karakterlerin aslında tiplemeler olduğu ve ortada izleyicinin hayatına transfer edeceği dersler olduğunu hatırlatır bir nitelik alıyor. Trier, bu çeşit bir anlatıya ulaşmak için Bertolt Brecht’in öğretilerinden epeyce yararlanıyor. Peki, kimdir Bertolt Brecht ve nedir Brecht estetiği?