SAHNE TASARIMININ DÜNDEN BUGÜNE SERÜVENİ VE GÜNÜMÜZ TİYATROSUNDAKİ YERİ

Füsun Ataman

Günümüz tiyatrosunu şekillendiren 20. yüzyılın avangard tiyatro akımları ve arayışlarını belli bir kuramsal çerçevede toplamak güç ve kapsamlı bir iştir. Bu nedenle, genellikle beslendikleri ortak noktalar, karşı durdukları kuramsal ve felsefi görüşler ile uygulamada ortaya koydukları benzer yaklaşım ve üretimler üzerinden birleştikleri ve ayrıldıkları noktalara göre karşılaştırılır ve tanımlanırlar. Bu akımları birleştiren ve günümüz tiyatrosunu şekillendiren en önemli ortak nokta, 19. yüzyılın ana akımı olan realizme karşı çıkmış olmalarıdır. Bu karşı çıkış beraberinde benzetmeci tiyatro anlayışının kırılmasını, buna bağlı olarak da çerçeve sahnenin ve gerçekçi illüzyona hizmet eden perspektifli sahne anlayışının terk edilmesini getirmiştir. Böylece sahne tasarımı çok daha özgür ve olanakları çoğalmış bir alan hâline gelmiş, öte yandan da sorumluluğu artmış ve sahne üzerinde yaratılan eserin metin ya da oyuncu kadar önemli bir parçası hâline gelmiştir. Bir başka deyişle 20. yüzyıl tiyatrosunda metin, hâkim konumunu yitirmiş; görsel unsurlar sadece dil düzeyinde kurulan anlatı izleğinin en az onun kadar önemli birer göstergesi hâline gelmiştir.

Bu gelişimi daha iyi anlamak ve tasarımın günümüz tiyatrosundaki yerine ilişkin doğru saptamalarda bulunmak için, Aristoteles’in Antik Yunan tragedyasına ilişkin ilk estetik yapıtı Poetika’ya ve Antik dönemdeki uygulamalara dönmekte yarar vardır. Tiyatro estetiği yüzlerce yıl Aristoteles’in Poetika’da saptadığı “gerçeğe benzerlik” ilkesini şiar edinmiş, bu ilke benzetmeci tiyatro anlayışının temelini oluşturmuştur. Böylece kuramcılar ve yazarlar seyirciyi gerçekçi bir illüzyona sokmak, izlediğinin gerçek olduğuna inandırmak ve sahnede izlediğiyle özdeşlik kurmak hedeflerinin ardından gitmiş; Rönesans tiyatrosu ve hemen ardından gelen klasik akım da bu temel ilke üzerinden gelişmiştir. Antik dönemde sahnede pek fazla araç gereç kullanılmamış olsa da tragedyada sahnede yer alan sütunlar ve alınlıklar yardımıyla bir saray yanılsaması yaratılırken komedyada sokağa açıldığı varsayılan kapılar yardımıyla seyircide sahnenin şehrin bir sokağı olduğu izlenimi yaratılmıştır. Maskeler ve kostümlerin de yardımıyla illüzyon desteklenmiştir. Rönesans dönemine gelindiğinde, gerçekçi illüzyona dayalı benzetmeci anlayışın şekillenmesini sağlayan perspektifin bulunuşu, tiyatro tarihinde tam anlamıyla bir devrim, çok önemli bir dönüm noktası olmuştur. Vitrivius’un de Architectura adlı eserinden yola çıkan İtalyan Rönesans kuramcıları, perspektifli dekorun içine yerleşebileceği en uygun sahnenin nasıl bir mimari ile tasarlanması gerektiği üzerinde durmuşlar; Sebastian Serlio, Vitrivius’un eserinden yola çıkarak kaleme aldığı Architettura adlı eserinde bu konu üzerine eğilmiştir. Onun görüşleri doğrultusunda Venedik’te inşa edilen ilk Rönesans tiyatrosu, mimar Andrea Palladio’nun tasarladığı, yapımı 1580-85 yılları arasında tamamlanan Teatro Olimpico olmuştur. Ancak, çerçeve sahneyi dörtgen bir mimari içine, seyircinin tek göz noktasına göre yerleştirilmiş bir perspektifli dekorla izleyebileceği şekilde yerleştiren, mimar Battista Aleotti olmuştur. Bir diğer deyişle Aleotti, Serlio’nun önerilerini hayata geçirerek hem dekorun yerleşimi hem de seyircinin yanılsaması bakımından en mükemmel tasarıma ulaşmış, Parma’da 1618 yılında inşa ettirdiği Teatro Farnese, günümüz modern tiyatro mimarisinin de ilk örneği kabul edilmiştir.

devamı için ABONE OL