BAGER AKBAY İLE SANAT EĞİTİMİ ÜZERİNE
Röportaj ve Fotoğraflar: Ekrem Arslan
Bager Akbay’ı 2020 yılında “Sanat Hala Var mı?” başlığı altında katıldığı bir Youtube programında izlemiştim. İzlerken her söylediğine karşı istemsizce itiraz ediyordum. Sanat ile ilgili tüm ezberleri hiç çekinmeden yerle bir eden rahat tavrına hem öfkelenmiş hem de o hâlini kıskanmıştım. Kafamın içinde günlerce tartıştım Bager’le. Daha sonra yeni medya sanatını konu alan “Dijital Sanat” başlıklı bir belgesel serisi için kendisine ulaştım. Artık yüz yüze tartışmanın vakti gelmişti. Konuşmamız ilerledikçe tartışma bir yana uyum içerisinde olduğumuzu fark ettim. Fikir birliği filan değildi bu. Kafa açmak lafının tam anlamıyla hakkını veren bir sohbet oldu. Sonrasında fırsat buldukça kafa açmaya devam ettik. Sanatta eğitimi ele alacağımız bu sayımızda, Bager ile yeni bir kafa açma fırsatı yakalamış oldum. Ezberlerden sıkılanlar için iyi okumalar…
* * *
Sanat eğitimi verilebilen bir şey mi ya da sanat eğitimi bir işe yarıyor mu? Eğitimle birini sanatçı yapabiliyor musun?
Bizde sanat eğitimi adı altında verilen eğitimin yüzde doksanı zanaat eğitimidir. Malzeme, teknik, alet, tabii ki temel tasarım öğeleri de ona girer; yani ışık, renk, doku ya da kompozisyon… Bunlar da zanaatle ilişkili şeyler aslında. Sanat daha çok şöyle bir şey: “Ben kişisel bir şey yaşadım, bir hikâye yaşadım, başımdan bir şey geçti; âşık oldum, kıskandım birini, öfke duydum… Bir şey var içimde, bunun farkında bile olmayabilirim; o öfkenin, o duygunun, o aşkın çıkmasıyla ilgili… Çıkarken eğer zanaatin yoksa kaba saba çıkar; gidersin bir şeyleri kırarsın dökersin, vandalizmle çıkar ya da içine dökersin, başkasını dökmez kendini dökersin, sonra psikoterapiye ihtiyacın olur. Böyle bir yere çıkar.
Zanaat eğitimi aldığında o şöyle çıkar: Öfkeni bir şiire dökebiliyorsan, başka biri o şiiri okuduğunda, kendi öfkesinde yalnız olmadığını hisseder, görüldüğünü hisseder, şahitlik hisseder ve o kişi için bu çok değerlidir. Yaşamımızda karanlık yerlerimize, yalnız yerlerimize şahitlik duymak önemlidir. Sanat aslında buraları doyurur. Dolayısıyla eğitimde verilen şeyi, o çıkış anına hazır olmak gibi düşünebiliriz. Ama uzun vadede birisi bunu iş gibi düşününce; “Benim bir işim var, becerim var, bununla resim yapıyorum, satıyorum.” diyebilir. O biraz daha zanaat, tasarım gibi aslında. O yüzden mesele zanaatin eğitimidir. Sanat eğitimi de verilebilir ama genelde usta-çırak ilişkisiyle olur. Çünkü şu an bir şeyler söylüyorum, anlatıyorum, biri de diyor ki “Aaa evet, öyle.” Bunun eğitimi nasıl verilecek? Söylemeyle olmayacak. Yani atasözleri sözlüğünü okuyup kimse bütün yaşanmışlıkları yaşamıyor. O yüzden bir ustanın yanında kalarak, bir şeyler üreterek ya da kendi gibi üretmeye meraklı öğrencilerin yan yana durması ile yaparak… Dolayısıyla sanat okullarındaki sanat eğitimi; bir iki tane hoca vardır dertli, onlara bakan öğrenci o derdi alır ya da yanında arkadaşı vardır, sınıf arkadaşı dertlidir, ondan alır. Ama derste öğretilen şey tekniktir, zanaattir genelde.
Sıklıkla üniversitelerin ya da özel kuruluşların sanat ya da sanata dair alanlarda eğitim verdiğini görüyoruz. Oyunculuk eğitimi, yazarlık eğitimi, resim eğitimi… Geleneksel sanatları başka bir yere ayıracağım burada. Bu noktada, ben böyle bir eğitim müfredatından mezun oldum deyip ehliyetini gösteren birine sanatçı demeli miyiz?
Ehliyet değil bir kere sanatçılık, hukuki olarak tanımlanmış bir ehliyet olarak çok kullanmıyoruz. Ne demek yani ehliyet değil? “Ameliyatları sadece doktor yapabilir, binayı sadece mimar, inşaat mühendisi dikebilir.” gibi hukuki bir tanım var. “Sanat eserini sadece sanatçı yapabilir, başkası yapamaz.” gibi bir şey yok. Hatta sanatı bırakalım, tasarımda da bu yok. Yani bir logoyu herkese yaptırabiliyorsun mesela. Aslında bence yasak olması gerekiyor. Çünkü tasarımda hata, zaman kaybı yaratır kullanıcıda. Kötü bir tasarım kullanan kişide o kadar zaman kaybı yaratır ki, topluma zarar verir. Bina yıkılınca insan ölüyor diye inşaat mühendisliğini yasaya tabi tutuyoruz ya da hayati bir hata yapan doktoru yasaya tabi tutuyoruz. Tasarım da öldürür, tasarım yavaş yavaş öldürür. Yanlış bir tasarım, bir milyon kişiye beş saniye kaybettirir; beş milyon saniye, insan ömrüdür gibi… Böyle bir problem var aslında ama sanatta öyle bir ehliyet yok. Dolayısıyla ehliyet olmadığı için “O okul ne yapıyor orada?” diye bakmak lazım.
Diğer yandan, birine unvan vermek… Buradaki unvan, ehliyet unvanı olmadığı için daha çok pratik bir yerden o unvanı veririz. Ne demek? “Bager kendine sanatçı diyor ama bence Bager iyi bir aşçı.” diyebilir bir arkadaşım. Ben kendimi istediğim kadar sanatçı diye tanımlayayım; arkadaşlarım, çevrem, mahallem, toplum beni aşçı diye tanımlıyorsa ben aşçı olurum. Bu biraz kullanımla ilgilidir, topluma, kabilene faydanla ilgili. Mesela bir kabilede yaşıyoruz. Otuz kişiyiz. Sen, “Ben şairim.” diyorsun ama aslında bahçıvanlık yapıyorsun; mükemmel, inanılmaz bahçeler yapıyorsun; o kabilenin bütün peyzajını, her şeyini… bitkilerine sen bakıyorsun. Sana yani kimse orada şair demez, bahçıvan der. Dolayısıyla o bir kabile rolüdür. Mesela toplumu biraz daha büyük bir kabile gibi görürsek unvanlar genelde kabilede rolü alır. Sanatçılığın meslek olmasının, bir ehliyet esprisi olmadığı için otomatikman bu tarafa doğru gidiyoruz.
Ama kişinin kendine sanatçı demesi ayrı bir hikâye. Yani birisi diyebilir ki “Ben sanatçıyım, bundan sonra öyle yaşayacağım.” Bir yaşam şekli olarak ele alıyor orada: “Ben bir hukukçu gibi yaşayacağım.”, “Ben bir öğretmen gibi yaşayacağım.” Çünkü bu farklı bir yaşamdır. Mesela öğretmen bir sergiye gittiğinde ya da bir fuara gittiğinde, yolda yürürken “Öğrencime ne götürebilirim buradan? Eğitime ne katabilirim?” der. Ben mesela öğretmenlerde şunu çok görürüm: Bir yerde bedava materyali gördü mü hemen alırlar ve o iyi bir almadır, çünkü öğrencisine götürecek. Hakkıdır onun çünkü öğrencisinin ona ihtiyacı var ve “Aaa kitap var” diye alır, öğrencisine hediye eder. Şimdi öğretmen gibi yaşamak böyle bir merakı, toplamayı getirirken, sanatçı gibi yaşamak da resimle, müzikle biraz dışa vurabilmek, bir ortamın o ruh hâlini anlayıp o müziği dışarı çıkartabilmekle ilgili… Saatlerce oturur, dost sohbeti dinler, kâğıda bir şeyler çizer o sırada; bir bakarsın bütün sohbeti, bir hayalle dökmüştür kâğıda. Böyle bir şey… Dolayısıyla bu tip yerlerden gelir. Yani okuldan gelecek şey bence “sanatçı” tanımı olmamalı, bence mesleki tanım olmalı. Ne demek bu? Kameramansa kameraman, bu utanılacak bir şey değil, mükemmel bir şey. Türkiye’de çok iyi kameramanlara ihtiyacımız var. Kurgucuysa kurgucu, heykel yapıyorsa heykeltraş, seramik ustası, seramikçi yani… “Seramikçi ya da duvar boyacısı kötü de sanatçı iyi” diye bir şey yok aslında. Dolayısıyla iyi duvar boyamak önemli bir şeydir. Türkiye’de yaşamıyor muyuz; düzgün tesisat yaptıracak adam yok, duvar yaptıracak adam yok, anlatabiliyor muyum? Ben iyi duvar ustasına saygı duyarım ve sanatçıyım diyen kişiden daha çok saygı duyarım o iyi duvarı gördüğümde.
Bu noktada zaten sanat kelimesi kalitenin sıfatı hâline geliyor. Herhangi bir iyi iş ya da işçilik karşısında sanat yapmış, sanatını konuşturmuş gibi cümleler kuruyoruz.
Tabii. Sanat zaten şimdi suni’den geliyor ya, insan üretimi, aynı kökten geliyor. “State of the art” deriz mesela İngilizcede, iyi mühendislik işine de sanat deriz. O, insan üretiminin en ön noktası gibidir mesela. O yüzden evet, sanat dediğimiz orada, “Güzel üretti, iyi üretti.” gibi bir yerden… Sadece estetik de değil bu arada, bir bütün; fonksiyonu da formu da duygusu da her şeyiyle bütün yani… “İnsanlar böyle şeyler üretmeli.” demek istiyor zaten buna sanat diyen kişi. O yemeğe sanat diyen kişi “Böyle yemekler yemeliyiz, yaşadığımı hissediyorum.” demek istiyor aslında.
Müfredat ve müfredata tabi bir eğitim var. Müfredat denilen şey bir öğrencinin sanatı öğrenmesi için gerekli mi? Yoksa eğitmen için bir standart mı? Ya da müfredat aslında bir oto sansür gibi, “Bunun içinde kal” demenin tevili mi? Neticede sanat her şeyin dışına çıkabilme kabiliyetine sahip.
Deminki yerden, zanaat üzerinden ele alırsak müfredat mantıklı geliyor. Yani kameramanlıksa adam lensleri bilecek, ışığı bilecek değil mi? Fotoğraf ya da kameramanlık yapan birine ışık, gölgeyi çalıştırman lazım. Dünyayı ışık ve gölgeyle görmeyi öğrenmeli mesela. Işık çok iyi bir konudur, bunun üzerine yazılmış bir sürü çok iyi kitap vardır. Lekeleri üretmesi lazım, farklı malzemeler denemesi lazım, kâğıt kalemle de deneyebilir, topladığı şeylerle de agrandisör de kullanabilir… O yüzden mesele zanaat ise müfredat iyi. Oradaki sorun şu oluyor: Diyelim ki iyi bir sanat okulu eğitmeni yok. Yani pedagoji ya da sanat becerisi açısından, hoca o kadar bilmiyor, hoca öyle bir şey görmemiş. Okulun yöneticisi diyelim, yani rektörü, dekanı; eğitim ortamı, öğrenme ortamı nasıl yaratılır bilmiyor. Müfredatı hazırlayan, o da tam bilmiyor. Bizdeki hikâye, öğrenci de bir filmde görmüş, “Ben ressam olacağım” demiş ama ressam görmemiş, filmde görmüş. O dört beş kişi de tam olarak konuya hâkim olmayınca eklektik bir şey çıkıyor. Bizdeki sorun burada. Bunun bir sahibi yok bu hikâyeyi tutan. Yani biri çıkıp “Bu eklektik yapı olmamış, şurasını kısalım, bunu arttıralım, bu öğretmen iyi, bunu biraz serbest bırakalım, müfredat kullanmasın.” diyecek bir toparlayıcı yok.
Belki en pratiği şu olabilir, ben olsam sanat fakültelerinin dekanlarını iş yapan, organizasyon becerisi olan, planlama becerisi olan sanatçılardan kurarım. Onlar belki o dengeyi kurar ve onları da otonom bırakırım. Müfredatı istiyorsa kullansın, sahada müdahaleyle çözerim. Hastanelerde de aynı şeyi yaşıyoruz. Biri hastaneye geliyor: Üç semptomu var; göğsü ağrıyor, ayağı ağrıyor, kulağı çınlıyor, atıyorum şu an. Belki bir aile hekimi diyeceğimiz profilde biri “Bu üçünün yan yana gelmesi şöyle bir şey olabilir, şuna bakalım.” diyecek ama bilmeyince sen her biri için tekil uzmana gidiyorsun. Onların hepsi ayrı ilaç yazıyor ve karman çorman bir tedavi oluyor ve sen tedavi olamıyorsun. Çünkü senin bütüncül bir tedavi yöntemine ihtiyacın var. Sanat da bütüncül bir şey. Ben mesela bir sanat okulunda hocaysam ya da bir yöneticiysem bu bütünlükle, bütün öğrencilerimle tek tek ilgilenmem gerekiyor, bunlar sanatçı olacak çünkü. Ama şu dersi verirsek bu olur diye parçalı bir yöntem yok. O yüzden çocuklar gidip sanatçılarla görüşüyor, kendi üretiyor, deniyor, okuldan biraz alıyor, oradan buradan alıyor. Bizdeki okulların sahibi yok, yani o yüzden başıboş şu andaki durum. Şöyle söyleyeyim: Sanat hakkında ortalama fikri olan bir insan bir okula girse, derslere girse, biraz gezinse bütün problemleri sayar. Yani problemler gizli değil, onu demek istiyorum.
Burada bir ehliyet meselesinden bahsettik ama bir de ruhsat meselesi var.
Sanatçı eğitimi biraz karışık. Zanaatkâr diye alman lazım yine, yani zanaatkara o eğitimi verebilirsin, bir sorun yok. Zanaati öğreteceksin ya, bu iş nasıl yapılır, onu öğreteceksin. (…)