YETKİN DİKİNCİLER İLE SEYİRCİ ÜZERİNE

Röportaj: Ekrem Arslan

 

Hem seyirci tarafından izlenen hem de sahnede seyirciyi seyreden biri olarak seyirci olgusunu nasıl tanımlıyorsunuz? Seyircinin nasıl bir iletişimi var? Seyirci sizin gözünüzde nedir, kimdir? 

Seyirci her şeyden önce insandır, seyreder fakat homojen bir yapı değildir, tarif edilemez kolayca. Çünkü seyirliği, o temaşayı görmeye, duymaya, hissetmeye gelmiş insanlardan oluşan bir topluluktur. Bu fiziki olarak ürünün yapısına da bağlı. Televizyon başında evde koltuğunda oturan da seyircidir fakat ailece izlenir: Ailede kaç kişi varsa herkesin gözünde o seyirlik başka bir hissiyat bırakır. Sinema ve tiyatroya geldiğimizde harekete geçmiş, zahmet etmiş, lütfetmiş bir insanla karşı karşıyayızdır. “Bir şey hissettim, değerli buldum, o yüzden de giyindim, evimden çıktım, yol yaptım, biletimi aldım, karşına oturdum.” diyen kişidir seyirci. Burada da bir fark oluşuyor kendiliğinden. Biri şu: Gerçekten sizin misafiriniz oluyor. Ekranda izleme deneyimi yaşayan biri ile evinden çıkıp -beyaz perdede olsun tiyatroda olsun- bir seyirliği izlemeye gelmiş kişi arasında niyet farkı var başta. Sonuçta bunların hepsi insandır, yine insandan bahsediyoruz. Ama bunun bir öncesine gelirsek, seyirci kimdir diye, o seyirci benim. “Seyirci insandır”ın bunca detayından sonra parantezi “seyirci benim” diye kapatabilirim. Çünkü ben seyirlik işler yapmazdan önce seyreden kişiydim zaten. Seyrede seyrede seyirliğin sahne bölümüne geçmiş bir seyirciyim ben. Sohbete buradan başlarsak çok daha yerinden başlamış oluruz. 

Siz, seyircilikten seyir hâline, seyredilen hâle geçtiniz. Bunu anlıyorum ama bu etken bir tavır. Seyirci normalde statik, daha edilgen bir yerde. O zaman şunu sorayım: İzlediğimiz şey mi seyirciyi değiştiriyor? Mesela sizde bu etkiyi yapan, izlekler beni niye daha edilgen hâle getiriyor? Bu noktada seyirciyi gruplandırmak mı lazım?   

İş bölümü var aramızda: “Ben onun için bir şey yaptım, sıra onda.” İster beyaz perdede olsun ister ekranda ya da tiyatroda canlı olarak inşa ettiğim bir işte olsun, sıra onda. “Ben tamamım, bir bak bakalım.” demek bu. Aşçının yemeği yapıp onu yiyecek, tadacak olana sunma anı gibi bir şey bu aslında. Bu bir ötekileştirme yaratmaz çünkü son halkasıdır işin artık. Tamamlanma aşamasıdır diyebiliriz. Seyretme durumu zaten bence seyirlik olanın tamamlanması durumudur. Seyirci yoksa seyirlik değilizdir zaten. 

Seyircinin bir beklentisi var izlediği şeyden. Sizin de bir sanatsal özgürlüğünüz ve yapmak ya da olmak istediğiniz bir şey var.  Bu ikisi arasında kalıyor musunuz? Yani “Seyircinin beklentisiyle kendi yapmak istediğim şey arasında kalıyorum ve denge kuruyorum.” diyor musunuz ya da neyi tercih ediyorsunuz? 

Kızımla ilişkime bağlıyorum bunu. Ben kızımın kendi istediği şeyleri yapmasını isterim taze bir baba olarak. Şimdi 6 yaşında bir kızım var ve ona eşlik ederken canı ne istiyorsa onu yesin isterim, onu yapmaya çalışırım mesela. Seyirciyi burada bir baba, oyuncuyu da kızım olarak görüyorum. Yani o seyirci benden canımın istediğini yapmamı istediği için orada. O fark yaratıyor. Ben nasıl kızım istediğini yapmasından mutlu oluyorsam; seyirci de oyuncu istediğini yapmasından mutlu oluyor. Buna da özgürlük diyoruz zaten. Çünkü seyirci bildiğini duymak ve görmek için gelmiyor. 

Bu noktada tiyatro seyircisiyle, sinema seyircisi ya da ekran seyircisi arasında fark var mı? Kısaca seyircinin kalitesi diye bir şey var mı? 

Bence tamamı insan kalitesiyle ilgili. Dediğim gibi; yeknesak, monoblok bir seyirciden, homojen bir yapıdan söz etmek mümkün değil. Yeryüzünde ne kadar insan varsa o kadar göz var, kulak var. Bunların da yolladığı sinyallerle beyinden ve onun kalbinden geçtiği aşamalar var. Dolayısıyla böyle bir “Seyirci şudur” tarifim olmadığı gibi buna bir kalite yüklemek de zor. Eğitim için mesela, turnelere çıktığınızda, “Burada tiyatro izleme deneyimi yok, dolayısıyla bu oyunu şimdi ben böyle nasıl oynayacağım?” diye düşündüğünüz yerde oyunun kalitesinden taviz veriyorsunuz ve oynama seviyenizden düşürmeye başlıyorsunuz. Bu da zaten başta seyircinin, o izlediği şeyin kalitesinden ödün vermek anlamına geliyor.

İnsanı hedeflediğimiz yerdeyse -eğer ayıp olmayacaksa- eğitimi bir veri olarak alıyorsak, okul görmemiş, sadece çalışmak zorunda kalmış ya da -bunları deyim olarak söylüyorum- ilkokul mezunu ama çok iyi bir aşçı, sanayide kaportacı, makineci ya da her kimse kendi en iyisini yapan birini düşünelim. Böyle bir kategoriyle yaklaştığınızda burada “anlar-anlamaz” gibi bir ikileme geliyor iş, soru işaretine geliyor. Bu da en büyük tuzak. Bizim, sahnedeki işleri üretenler tarafında düşeceğimiz en büyük tuzak. Çünkü ona göre bir yapı inşa edemeyiz, ambiyans inşa edemeyiz. Sonuçta bir öğretici vasfımız da yok. “Bakın size bir konudan bahsedeceğim ama önce bilmeniz gerekenler var.” diyemezsiniz. Çünkü görme ve işitmenin ötesinde, bunun yarattığı deneyimin ötesinde bir duygu geçer. İnsanı farklılaştıran da deneyimi farklılaştıran da budur. İlkokul metinlerinde çocuklara sorulur: “Okuduğumuzu anladık mı?” “İzlediğimizi anladık mı?” diye sorulmaz seyirciye. Hatta seyirciye, oyuncu olarak beni tebrik edenlere ya da bir fotoğraf, anı kalsın diye çekmek isteyenlere “Oyunu nasıl buldunuz?” diye soramam, utanırım. Çünkü zaten zahmet etmiş, gelmiş, izlemiş, bir de onun özetini çıkarmaya mahkûm edemem. Onu öyle görevlendiremem. Çünkü o özeti çıkarabiliyor olsaydık zaten o oyunu oynamaz olurduk. O, özetlik bir şey değil zaten. Oyunun, o seyirliğin başından sonuna her anı bir deneyim anıdır ve duygunun da eşlik ettiği deneyimler bütünüdür. Oradan bir şeyi çıkarıp da “Okuduğumuzdan ne anladık?”, “Şunu mu anladık?” gibi ya da bir moderatörün bir uzmanı çağırıp da beş dakika konuşturduktan sonra “Yani aslında şunu demek istiyorsunuz.” demesi gibi ayıp geliyor bana. Mesela bir makaleyle ilgili on dakika konuşmuşsun, ben sana diyorum ki aslında bu makale şunu demek istiyor. O makale sadece onu demek istiyor olsaydı, yazılmazdı zaten. O bir bütün. Ana fikir arayacaksak o başka bir konu. Biz bir ana fikir aramıyoruz, asıl biz tam tersi satır aralarını arıyoruz. Çünkü seyircinin izleme deneyimini de seyretme deneyimini de farklılaştıran bu oluyor. Biz onlara “yüzeysel” ana hatları olan, zaten bildiği dünyayı kabaca sunduğumuzda onun adı da deneyim olmuyor. Aynı teranenin yeni şekli oluyor.

İnsan işe giderken bile bazen farklı yoldan yürümeyi tercih edebiliyor. Ya da üç öğün aynı şeyi yemiyor, farklılık arıyor; bir gökyüzüne bakmak istiyor ya da bir denize bakmak istiyor insan. İnsan böyle bir arayış hâlinde zaten, insan değişken. Durağan bir varlık değil ki… İnsan yaşayan, her anına yeniden başlayan bir canlı. Evet, tecrübeleri var, attığı adımı biliyor ama attığı adımın “nasıl”ıyla ilgilenmiyor. Çünkü yürümek; “bir ayak yerinden kaldırılır, otuz derece açıyla yukarı doğru uzatılır, sonra tekrar düzleştirilir, yere basılır.” gibi bir deneyim değildir. Bu çok mekanik bir şeydir. Biyomekanik yani biyolojik bir varlığın mekanik hareketleridir. Bunun, ne yaptığı önemlidir, o yürüyüş dediğimiz şey de budur. Akışın içinde kalmak, hayatın içinde kalmak… Bütün yaşam koçlarının, bazen yogacıların, bazen terapistlerin eşlik etmeye çalıştığı anlam arayışının, seyircide toplanan bütünüdür bu. Ben ona “Bak burada bunu anlatmak istiyorum, sen de bunu anlamalısın.” dediğim anda hem onu hem kendimi kısırlaştırmış olurum. Kendimi azaltmış olurum.

(…)

devamı için ABONE OL