MEHMET BİRKİYE İLE TİYATRO VE FESTİVALLER ÜZERİNE
Röportaj: Mehmet Selim Özban – Hakkı Can Erol
Mehmet Birkiye ile 6 Temmuz 2024 tarihinde İstanbul Aydın Üniversitesi stüdyosunda yapılan röportajın videosunu buradan izleyebilirsiniz.
* * *
(M.S.) Tarkovsky dünyayla tanışma cümlesi olarak “Anne bak guguk kuşu!” örneğini veriyor. Nilgün Marmara ise “Bir pencereye soluğumu üfleyerek bulandırdığım camda ‘Anne bak çöpçü. Anne bak sinek. Anne bak polis!’ dediğimi anımsıyorum” diye yazıyor günlüklerinde. Bu anlamda sizin hatırladığınız en eski görüntü, ilk sorunuz, ilk cümleniz nedir? Dünyayı ilk kavrayışınız nasıl oldu?
Galiba “Dikkat yılan!” “Dikkat”i kullandım mı bilmiyorum. O belki sonradan hafızamın eklediği bir şey. Karadeniz’in bir köyünde, sanıyorum, tabii bunları sonradan öğreniyorum, teyzemin kızının omzunda giderken bir buçuk yaşında filanım, dalda karşılaştığım bir yılan… Konuşmaya da başlamışım herhalde, “Yılan!” diye bağırdım ama sonra “Dikkat” eklendi ona diye hatırlıyorum. Sanıyorum dünyayla ilk karşılaşmam yılan.
(M.S.) Bunun hayatınızda daha sonra ortaya çıkan bir tarafı oldu mu?
Evet, ben hiçbir zaman Apolloncu olmadım. Hep Dionysos-Apollo, şeytan, iyi-kötü çekişmesini görmeye çalıştım. Kendimi modernist olarak tanımlıyorum ve hiçbir şeyi sadece düz beyaz, aydınlık yanlarıyla değil karanlık olarak görüyorum. Tehlikeli olarak görüyorum. Sanıyorum bununla bir bağlantısı vardır belki ama bunu bir analist söyleyebilir. Benim söylemem çok yakışıksız olur.
(M.S.) İyi-kötü çekişmesinden bahsettiniz. Bu anlamda tiyatronun toplumla ilişkisi üzerinden bir soru sormak istiyorum. Türk tiyatrosunun tarihine baktığımızda toplumu geliştirme, eğitme gibi bir işlev yüklenmiş görünüyor. Tiyatronun böyle bir misyonu var mıdır?
Sorduğunuz, hayati bir soru. Tiyatronun böyle bir misyonu var mı? Var ama bu doğal akış içinde fark etmediğimiz bir misyon. Yani Hamlet‘in tiratlarını dinlediğiniz zaman ya da Shakespeare’i dinlediğiniz zaman, yaşam ve hayatla ilgili kurduğunuz bilgi gelişir. Bu bir eğitim mi yoksa bir gelişme midir? Bu sözcüğü ayrı seçebiliriz ama sizi etkileyen, sizi değiştiren bir şeydir. Eğer bunu bir gelişim, eğitim olarak algılıyorsak evet. Ama belli bir ideolojinin, bakış açısının tiyatro yoluyla anlatılması ve gerçekliğin bu bakış açısı doğrultusunda tanımlanarak ifade edilmesi olarak algılıyorsak tiyatronun böyle misyonu yok. Bunu bir tek Brecht yaptı düzgün biçimde ama Brecht de eğitim ve öğrenme oyunları diye ayırdı onları. Bazı oyunlarını bunun dışında tuttu ve sadece sorular sordu. O bile bu noktaya taşımadı. Türk tiyatrosunun en büyük problemi bu toplumsal etkiyi bir kamu görevi hâline getirmesi. Bu tabii çok tatsız bir şey. Aynı şey Stalin Rusya’sında da oldu. Stalin’in sosyal gerçekçiliği temel bir üslup olarak herkese empoze edildi. “Tiyatro böyle olmaz.” diyen Meyerhold’u da işkenceyle vatana ihanetten öldürdüler. Bu tabii aşırı bir örnek. Türkiye’de böyle bir şey söz konusu değil. Ama sonuç olarak ideolojinizin taşıyıcısı değildir tiyatro. Tiyatro genel toplumsal işlevi itibariyle sizi bir yere taşır.
Yani şöyle düşünün: Mahallenizde sevdiğiniz bir bakkal amca var, çok efendi filan. Hiç kimseyi eğitmek niyeti yok ama onun tavrı ve durumu küçük çocukları etkiliyor, gibi. Belki örneğim biraz anlık ve uyduruk oldu ama demek istediğim bu. Yoksa tiyatro bir görev üstlenemez. O gerçeklikle bir ilişki kurar, sorular sordurur. Tabii politik sorunları ortaya taşıdığı zaman politik sorular sorar, çok doğaldır. İnsanın cinselliğiyle ilgili sorular sorar, çok doğaldır. İnsan da bunlara farklı cevaplar verebilir ama cevabı tiyatro vermez. O soruları ortaya koyar, cevabı seyirciye bırakır diye düşünüyorum. Bu sorular bizi bir yere taşıyorsa ne ala?
(…)