TÜRK TİYATROSU YÜKSELİRKEN: -MAHMUT YESARİ İÇERİ GİRER…
Gökhan Yesari
1930’larda İstanbul Tepebaşı Tiyatrosu’nun kulisinde bir oda. Oda kapısı açılır, Mahmut Yesari, elinde bir evrak çantası ile içeri girer. Koyu renk takım elbiseli, kravatlı ve fötr şapkalıdır. Odanın içine alıcı gözle bakar ve konuşur: “Demek odan burası, eh fena değilmiş.” O esnada kapı dışarıdan kapatılır ve kilitlenme sesi duyulur. Şaşırarak kapıya doğru yönelir, kapı kolunu zorlar ancak kapı açılmayınca bağırır: “Ne yapıyorsunuz yahu? Açsanıza kapıyı!” Kapının dışından bir ses duyulur: “Bir şeye ihtiyacın olursa seslen, duyuramazsan kapıyı vur.” Mahmut Yesari karşılık verir: “Siz provada duyamazsınız ki!” Dışarıdan cevap gelir: “Ben İbrahim Ağa’ya, buraya kulak kabartmasını tembih ederim.” Mahmut Yesari başını iki yana sallar, şapkasını askılığa taktıktan sonra masaya doğru ilerler, sandalyelerden birine oturup kendi kendine söylenir: “İtimatsızlığa bakın, ellerinden gelse beni polisle, jandarmayla muhafaza altına alacaklar.”
* * *
Mahmut Yesari’nin hayatından kesitler sunan Misafir adlı tiyatro oyunum yukarıdaki sahne ile başlamaktadır. Kurgu olduğunu düşünebileceğiniz bu sahne aslında gerçekten de yaşanmıştır. Olayın nedenini merak ediyorsanız, sizleri biraz daha geriye, 19. yüzyılın sonuna doğru götürmem gerekecek.
İstanbul sokaklarında ilk kez bir otomobilin dolaştığı günlerde, 1895 senesinin 5 Mayıs’ında, bir Hıdrellez sabahı, Selanik valisi Sabri Paşa’nın Emirgan’daki yalısında bir çocuk doğar. O doğarken Beykoz’daki şişe fabrikasının işbaşı düdüğü çalmaktadır. Uzun ismiyle Yesarizâde Mahmut Esat Hayrullah, sonraki yıllarda tanınacağı kısa ismiyle de Mahmut Yesari, babası Miralay Fahrettin Bey’in Beyrut’ta sürgünde olması sebebiyle geçici olarak kaldıkları büyük teyzesinin evinde misafirlikte doğmuştur.
İstanbul’un konakları ve yalılarında, zaman zaman araya yangınların da girdiği bir çocukluk geçiren Mahmut’un tiyatro ile ilk tanışması, evlerinin Direklerarası, Şehzadebaşı gibi yerlere yakın olduğu tarihlerde annesiyle birlikte sık sık gittikleri ve ileride arkadaş olacağı Mardiros Mınakyan’ın tiyatrosunda olmuştur. İki büyük dedesinin, 18. asrın ünlü hattatlarından olduğu göz önüne alındığında, babasının Fransızca dergilerindeki çizimlere bakarak resme meyletmesi de, 15 yaşında Gıdık Dergisi’nde karikatür ve resimlerinin yayımlanması da çevresindekileri şaşırtmamıştır. Okulda bu yeteneğini gören öğretmenleri sayesinde, devlet tarafından resim eğitimi için Avrupa’ya gönderilmek üzere seçilir ancak araya giren Birinci Dünya Savaşı yüzünden Yesari kendini bir anda Çanakkale’de Anafartalar Cephesi’nde yedek subay olarak savaşırken bulacaktır. Dante’nin cehenneminin bile sönük kalacağı bir ortamda vatan, ateş ve kan içinde yüzerken onu daha çok sevdiğini, ona daha candan, yürekten bağlandığını ifade edecektir sonraları. Yanında bir İngiliz bombası patlayıp yüzü yandığında bir süre hastanede yatar, sonrasında hava değişimi ile İstanbul’a gönderilir. Döndüğünde evde bir matem havası vardır, çünkü ağabeyi ve annesinin göz bebeği Afif, Kafkas Cephesi’nde şehit olmuştur.
Mahmut, İstanbul’da etrafa baktığında kendini adeta harabeler arasında tünemiş bir baykuş olarak görür. (…)