SAHNEYE SIĞMAYAN HAFIZA: TADEUSZ KANTOR
-İdeolojiye Karşı Belleğin Tiyatrosu-
Şebnem Cirit Doğru
20. yüzyılın tiyatro ve sanat tarihinde Tadeusz Kantor adı, yalnızca oyunlarla değil, bir tavırla, bir hafıza mekânıyla özdeşleşir. 1915’te Wielopole Skrzyńskie’de doğan Kantor, çocukluğunun küçük kasaba imgelerini ömrü boyunca sahneye taşır. Kırık sıralar, tabutlar, köy rahipleri, Yahudi sokakları… Kantor için bellek, yalnızca bireysel bir hatırlama değil, aynı zamanda sahnede yeniden kurulan bir gerçekliktir.
Genç bir sanat öğrencisiyken bile sınırları zorlar. 1930’ların sonunda Kraków’daki akademide Maurice Maeterlinck’in Tintagiles’in Ölümü (La Mort de Tintagiles) oyununu sahnelediğinde Polonya savaşın eşiğindedir. Nazi işgali yıllarında Kantor, yeraltında Balladyna ve Odysseus’un Dönüşü gibi oyunlarla tiyatroyu bir direniş alanına dönüştürdü. Kantor, Teatr Niezależny’yi (Bağımsız Tiyatro) kurarak gizli tiyatrolar sahneler. Karanlık bodrumlarda, gizli salonlarda yapılan bu gösterimler, tiyatroyu bir estetik uğraş olmaktan çıkarıp bir “direniş biçimi”ne dönüştürür. Savaş sonrası dönemdeyse Polonya, sosyalist gerçekçiliğin resmî dogması altında sanatçılardan ideolojik sadakat talep eden bir rejime geçer. Kantor bu çağrıya katılmaz; resmî kurumların dışında, kendi teatral alanını yaratmayı seçer.
1950’lerin sonunda kurduğu Cricot 2 Tiyatrosu, bu bağımsızlığın sahnesi olur. Witkacy’nin oyunlarından yola çıkarak başlayan avangard deneyler, Kantor’un sürekli arayışlarının zeminidir. 1975’te sahnelenen Ölü Sınıf (Umarła Klasa), eski okul sıralarına oturmuş mankenlerle hem çocukluğun hem de ulusun travmalarını ortaya koyar ve Kantor’a uluslararası bir ün kazandırır. Ardından gelen Wielopole, Wielopole (1980), sanatçının doğduğu kasabayı bir “kolektif hafıza laboratuvarı”na dönüştürür.
1970’ler Polonya’sında Politik Atmosfer: Baskı, Sansür ve Sürgünler
1970’ler Polonya’sı, siyasi ve toplumsal gerilimlerin katılaştığı bir dönemdir. 1968 öğrenci ayaklanmalarının ve Yahudi aydınlara yönelik devlet destekli antisemitist kampanyaların ardından kültürel alan büyük ölçüde daraltılmıştır. Üniversitelerden atılan akademisyenler, yurt dışına gitmeye zorlanan yazarlar ve sürekli gözetim altındaki sanatçılar… Devlet, kültürü yalnızca bir propaganda aracı olarak görür; sanat, “ideolojik doğruluk” testinden geçmediği sürece ya yasaklanır ya da kenara itilir. (…)

