“SANAT, SABİT HAKÎKATLERİN DEĞİL, ÇOĞUL ANLAMLARIN ALANI”

Dinçer Ateş

Merhaba. Sanatla ideoloji arasında nasıl bir ilişki kurulabilir? Dosya yazılarında gözlemlenen yaklaşım; ideolojiyi belirleyici özne, sanatı ise onun söylemsel bir uzantısı olarak kavrıyor. Oysa sanat, bundan sıyrıldığında dönüştürücü bir kudret kazanmıyor mu? Sanatın özerkliği, onun etik ve epistemolojik değerini oluşturmuyor mu?

Adorno, sanat yapıtının hem kendi tarihine hem de içinde üretildiği toplumsal koşullara bağlı olduğunu, bu bağımlılığın onun özgünlüğünü ortadan kaldırmadığını söylüyor. Sanat, anlamı sabitleyen yapılara karşı direnç gösterme kapasitesiyle var oluyor. Bu direnç, ideolojinin sunduğu kapalı anlam dizgelerine karşı, yeni düşünme ve hissetme imkânları açamaz mı? O hâlde bu potansiyel neden tehdit olarak algılanıyor veya törpülenmek isteniyor?

Rancière’in “duyumsanabilir olanın paylaşımı” kavramı, estetiğin yalnızca biçimle değil, aynı zamanda dünyayı algılayış biçimlerimizle ilgili olduğunu hatırlatıyor. Bu bağlamda, estetik, siyasadan bağımsız değil. Ancak bu, sanatın zorunlu olarak ideolojik çerçeveler içinde konumlanması gerektiği anlamına mı geliyor? Yoksa ideoloji ne kadar normatifleşirse, sanat onun sınırlarını o kadar aşmaya mı yöneliyor?

Tarkovski, Nostalghia filminde “Ruhun köşelerini esnetmeliyiz, sınırsız bir çarşaf gibi” repliğiyle sanatın taşıdığı sınır aşma dürtüsünü açığa çıkarıyor. Sanat, kimlikleri, sınıfları, inanç sistemlerini, aidiyetleri sabitleyen her türlü ideolojik yapının ötesine geçme cesaretini taşıyabildiğinde derinleşiyor. Bu derinlik, yalnızca estetik değil, etik bir alana da açılmıyor mu?

Julian Rosefeldt’in Manifesto filmi tartışmaya aykırı bir yaklaşım getiriyor. Sanatın ideolojilerden sızıp geçebileceğini, onları yeniden biçimlendirebileceğini; tarihî, politik ve kişisel olanı kendi içinde taşıyabileceğini tahayyül ediyor. İdeolojiler, sabit anlamlar, net sınırlar ve tekil hakikatler üretiyor. Sanat, bu sabitlikleri askıya alabilir mi?

Gramsci, hegemonya kavramıyla, kültürel alanın da bir mücadele alanı olduğunu söylüyor. Sanat, bu mücadelede neyi mümkün kılıyor? Hegemonyaya karşı bir kırılma mı üretiyor, yoksa onun bir başka yüzü hâline mi geliyor?

İdeolojiyi “dünyayı anlamlandırma biçimi” olarak tanımlayan Terry Eagleton’ın çabası ister istemez sanatla kesişiyor. Ancak sanat, sabit anlamlara değil, çoğul ve çelişkili anlamlara açılıyor. Bu nedenle ideolojik aygıtlar tarafından kontrol edilmek isteniyor. Sanat bu denetim karşısında nasıl bir pozisyon alabilir?

Sanat, bir temsil alanı olmakla birlikte, estetik, duygusal ve anlamsal bir devinim alanı değil mi? Sanatın sezgisel ve imgesel yapısı, onu tahakküm altına alınamaz bir alan hâline getirmiyor mu? Bu özgünlük, ideolojik belirlenimlere karşı sanatın direnç hattını oluşturmuyor mu? Bu sayıda, sanat ile ideoloji arasındaki bu gerilimli ilişkiyi farklı açılardan düşünmeye açıyoruz. Sanat, anlam üretmekle kalmayıp (George Orwel’in 1984’ünde olduğu gibi) ideolojilerin ürettiği anlamı kesintiye uğratabilir mi? Sanatın ideolojilerden bağımsız bir alan kurması değil, onları esnetmesi, içlerine sızması ve dönüştürmesi beklenemez mi?

Bu sayıda bu ve benzeri soruların izini sürüyoruz. Sanatın ideolojik yapılar ve toplumsal dinamiklerle kurduğu bu karşılıklı etkileşim, önümüzdeki sayıda başka bir düzlemde karşımıza çıkacak. Bu kez odağımızda, “toplum mühendisliğinden çocuğu anlama çabasına, çocuk ve sahne ilişkisi” olacak.

Çocuğu, eğlendirmelik bir figür ya da “yarının büyüğü” olmaklığı dışında; kendi varlığıyla sanatın merkezine yerleşen bir özne olarak tanımanın, büyüklerden çocuğa doğru olan akışı tersine çevirmenin yollarını arayacağız. Bu konuda ya da sahne sanatlarıyla ilgili diğer konulardaki özgün yazılarınızı 25 Kasım 2025’e kadar bekliyoruz. Yazılarınızı göndermek için buraya tıklamanız ve dosyaları yüklemeniz yeterli. Dergimizi incelemek, abone olmak için ise burayı tıklayabilirsiniz.

Keyifli okumalar dilerim.

 

 ABONE OL