OKAN BAYÜLGEN İLE BİR TOPLANMA ALANI OLARAK TİYATRO

Röportaj: Ekrem Arslan – Mehmet Selim Özban

Okan Bayülgen’le röportaj… Bizi davet ettiği evinde, yıllar sonra bir araya gelen eski dostlar gibi, yuvarlak bir masanın etrafında kahvelerimizi yudumlayıp sigaralarımızı içerken konuştuklarımızı düşününce “röportaj” kelimesi, nasıl geçtiğini hiçbirimizin anlamadığı o beş saati karşılamıyor. Kamera kaydı almadık; uzun yıllardır ekranlarda gördüğümüz bir yüzle, ekranın dışındaki sessizliğin içinde karşılaştık. Çünkü sessizlik, bir başkasının varlığını fark ettiğimiz anın ta kendisi. Cevapların sorulara dönüştüğü bu karşılaşma, bizi sanatın ne işe yaradığına dair bir yolculuğa çıkardı. Bu yolculukta tiyatro, bir düşünme ve birlikte davranma biçimi olarak önümüzde belirdi. Tiyatro, bizi hâlâ bir araya getirebiliyorsa, hâlâ aynı anda susabiliyor ve aynı soruya farklı cevaplar verebiliyorsak o zaman belki gerçekten bir “toplanma alanı” kalmıştır dünyada. Ve bu toplanma, belki sadece tiyatro salonunda değil insanın içinde de gerçekleşiyordur. [Mehmet Selim Özban] 

* * *

Fotoğraf: Ekrem Arslan

(Ekrem Arslan) Oyunlarınızda hem filozoflardan hem de tarihi veya edebi figürlerden besleniyorsunuz. O sebeple Dracula oyununda bahsettiğiniz ve alt metinde de önemli bir yeri olan “Canavar ile dövüşmek seni canavara dönüştürür.” cümlesinden başlayalım.

Bu Nietzsche’den tabii ki, çok bilinen Nietzsche sözlerini kullanıyorum Dracula’da. Çünkü zaten Richard’da da alıntıladığımız gibi, aslıda birtakım çağdaş filozoflar diyebileceğim -Nietzsche’yi de çağdaşımız olarak alayım- ve iki binli yıllarda da üretmeye devam etmiş, hâlen yaşayan birtakım filozoflarla konuşuyorum. Onların cümlelerini alıntılıyorum çünkü oraya cuk oturuyor. Burada bir intihal yapamam. Ya da o sözler benimmiş gibi gösteremem. Ama “Bak böyle demiş şu kişi.” de diyemem, o zaman çok sıkıcı olur. Elimizdeki Dracula olunca; Dracula 500 yıl hayat sürmüş ve kütüphanesi olan, aslında edebiyattan nefret eden -bunu oyunda sıklıkla söylüyor- ve bunun yerine plastik sanatları, resmi koyan bir adam. Ama konuşurken o da alıntılıyor aslında; Dracula da Nietzsche’den alıntılıyor konuşurken, “Bir canavarla dövüşen her kahraman sonuçta bir başka canavara dönüşmemeyi bilmeli.” diyor.

Maksat ne? Tamam, o sözü oradan aldın, bir yazar olarak Nietzche’nin ne demek istediğini de anladın ama o sözün önüne arkasına o güçte edebi cümleler yazmak zorundasın yoksa bir aptalın konuşmasına döner, o güçte yazarlık yapamıyorsan. O zaman sen aptal bir yazar olduğun için Dracula da aptal bir adama döner. Tarihte bilinen bazı gerçek ya da fantastik kişileri oyunlara konu etmenin meselesi bu aslında. III. Richard’ı uyarlarken de böyle oldu; bir baktık ki biz yüzde yirmide bırakmışız orijinal oyunu, sahnelenen oyunun yüzde seksenini kendi hikâyemiz uyarınca tekrar yazmışız. O zaman dedik ki: “Burada çok iyi bir Berna Moran çevirisi var -ki bence en iyi Richard çevirisi- o zaman Berna Moran düzeyinde Türkçe söyleyelim.”

(EA) Şunu açmak için sordum aslında: Siz ilk çıktığınızdan beri ekranda canavar olarak görüldünüz ya; insanlar sizle savaştı, kimse de size dönüşmedi… Siz de ünlülükle savaştınız. Yanlış mı tanımlıyorum?

Evet, çok doğru.

(EA) Bir ünlüye dönüşmemeye çabaladınız bunu yaparken. Oyunda bunu çok kişisel bir şey olarak gördüm; sadece Nietzsche’nin lafı değil de sizin kendi derdinizmiş gibi. Ünlülüğe karşı sanatçı kalmaya çalışmanın zorluğu söz konusu. Yani kitle sizi ünlü yapmaya çalışırken siz sanatçı kalmaya çalışıyorsunuz. Bu nasıl bir ikilem?

Teşekkür ederim böyle gördüğünüz için. Bir kere, bu kadar asil bir hayatım olmadı. Bu, asil bir hayat. Belki sizin gibi edebiyat bilen, sanat bilen insanlar bunu böyle afili bir şekilde yorumlamak isterler. Böyle olmadı. Devlet Tiyatrosunda çalışıyordum fakat sıkılıyordum, ne istediğimi bilmiyordum. Bu süre içerisinde medyayla ilgili, radyoculukla ilgili bir şeyler yapıyordum ve hayat beni böyle savurdu. Bir tayin meselesi yüzünden Devlet Tiyatrosundan istifa etmek zorunda kaldım, sonra da ne yapacaktım, medyada çalışmaya devam ettim. Otuz yaşından sonra, yani o günlerde doksanların ortaları, herkes 18-20 yaşlarında şöhret olurken 30 yaşından sonra başıma böyle bir şey geldi. Ne olduğumu bilmiyordum, bende ne özellik olduğunu bilmiyordum, o sırada diğer şöhretli arkadaşlarımla kendimi karşılaştırdığımda. Ama işte heyecan verici bir şey vardı belki de bilmiyorum ya konuşmamda ya davranışlarımda. Ne fiziğim iyiydi ne şuyum ne buyum… Sonuçta şöhret iyi ama hemen para da getirmedi çünkü o dönem herkesin bir anda şöhret olduğu ve bir anda kaybolduğu günlerdi, bugün gibi. Fakat devam etti, ben de buna göre davrandım, hayatta kalmaya çalıştım. Böyle bir “Şöhrete rağmen sanatçı olmayı sürdürebilme kaygısı” falan… böyle şeylerim yoktu. Hatta şımarıkça geçirdiğim yıllar da oldu ama benim şımarıklığım da benim kadardı, yani bu kadar şımarık olabildim. Çünkü aptal olmak lazım, bir aptala dönüşmemek lazım daha doğrusu, bir şöhrete değil. Çünkü çok müthiş şöhretli insanlar var, hiç televizyona çıkmadıkları hâlde, hiç sinema filmi çekmedikleri hâlde, bugün şöhret anlayışımızın işaret ettiği hiçbir mecrada olmadıkları hâlde. Hatta kitapları ölümlerinden sonra basılmış, hatta hayat boyu hiç resim satamamış, hatta sonradan bir yerde onunla ilgili bir iz bulunup da bugün söylendiğinde “Evet bu o.” dediğimiz insanlar var. Dolayısıyla böyle bir derdim olmadı, yani gurur duyacağım bir meslek hayatım yok açıkçası. Bunu bütün samimiyetimle söylüyorum ama insan yaş aldıkça gençler ve artık biraz beyni kompostoya dönmüş olanlar daha çok övüyor insanı. Şimdi, yaş alınca da buna dikkat etmek lazım, yani bildiğimiz yaşlı şöhretler gibi olmamak lazım, hatta sanatta da böyle olmamak lazım.

Mesela benim eskiden tanıyor olduğum birtakım tiyatro ya da sinema yönetmenleri ya da bazı yazarlar var; sadece zaman geçtikçe -başka hiçbir şeyden dolayı değil- artık onlara porselen, pahalı bir eşya muamelesi yapıyoruz, antikalaşıyorlar. Kırılabilir bir porselen gibi davranıyoruz, antika bir vazo gibi davranıyoruz. Aslında sadece öyle davranıyoruz, onların değerlerine bir değer ilave edildiği için değil. Hatta bunu bir tür erozyona da bağlıyorum. “Bu aptal heriften ya da bu aptal kadından daha iyi bir tip çıkmadığı için bu şimdi değere bindi.” diye düşünüyorum. Ve o da salakça öyle sanıyorsa, değerli olduğunu düşünüyorsa, o daha da büyük bir salaklık. Bu, zamanın hızla üretip hızla tüketmesiyle ilgili bir şey. Hızla üretilmemiş, bir süredir buralarda bulunan bir şeye daha fazla değer yüklüyoruz herhalde, bir kıymeti vardır diye.

(EA) Buna “gibi arayışı” diyebilir miyiz? Biz bir film projesi hazırlarken referans moodboard’lar hazırlıyoruz mesela, işimiz şuna benzeyecek, buna benzeyecek diye. Karşılaştığımız her yeniyi tanıdık bir şeye benzetme ihtiyacıyla bilindik olan eskiyi raflardan indiriyoruz, bir örnek küme oluştursun diye.

Kesinlikle… Belki birkaç tane ilham verici işin içinde bulunmuşumdur, belki bazılarını ben üretmişimdir ama onun dışında ilham verici bir hayatım olduğunu düşünmüyorum. Bu kadar ilham verici hikâye varken, hayat varken… Ama işte ben şimdilik buralardayım, sonra ne olur bilmiyorum. Kendime zamanın geçmesi yüzünden bir değer atfetmeyeceğim çünkü çoğunlukla objektif koşullara bağlı. Bir gün, bir yerde olmamı, bir işimin başarılı olmasını hep objektif koşullara bağlarım, hâlbuki çevrenizdeki her şey bunu sizin subjektifinize bağlamak isteyecektir; sen şöyle olduğun için, sen böyle olduğun için… Hayır, şartlar böyle olduğu için, o sırada insanların yapacak başka bir şeyi olmadığı için ya da o sırada -evet- zamanın ruhu buna uygun olduğu için vesaire… Ama gerçekten üretilmiş iyi bir iş, üretilmiş bir şarkı, üretilmiş bir roman, üretilmiş bir resim, bir heykel, bir tiyatro oyunu, bir sinema filmi hakikaten zaten iyi bir iş olduğunu kanıtlar. Bütün şartların uygunsuzluğuna rağmen ömrünü sürdürür. Ne kadar güzel anlatıyor Peter Shaffer, Amedeus oyununda. Salieri’yle Mozart’ı bir savaşa sokuyor aslında, olmayan bir savaş. Puşkin’in yazdığı bir kısa oyundan esinlenerek tekrar bir Amadeus-Salieri çatışması kuruyor ve tıp tarihine, psikiyatriye “Salieri sendromu” diye bir şey hediye ediyor bir edebiyatçı, aslında Salieri sendromunu icat ediyor. Salieri, döneminin büyük bestecisi ve başına gelen her şeyi hak etmiş; sarayda müzikal olarak verilen bütün unvanları, işte baş şu, baş bu olmayı hak etmiş hepsini, müthiş bir hayat sürmüş fakat hep içinde onu öldüren bir sızı var: Hiçbir zaman bir Mozart olamayacağını bilmek. Hatta inançlı bir adam olmasına rağmen bunu, tanrıyla çatışmaya kadar götürüyor: “Bendim bu dehayı vereceğin kişi; ben sana inandım, ben senin yolundan ayrılmadım, ben senin müziğini insanlara ulaştırmaya çalıştım. Bu ise şımarık bir saray kaçkını, terbiyesiz bir oğlan. Nasıl bana değil de buna verirsin bu dehayı?” diye… Bende öyle bir deha olmadığı için -başkalarının dehasını fark etmeme rağmen- onların ölmüş olmalarından dolayı mutluyum diyebiliriz.

(Mehmet Selim Özban) Yani bu sadece objektif koşulların oluşması ve doğru yerde doğru zamanda olmak meselesi mi?

Burada, o adama bir paye çıkaracaksak o paye şudur: Anlamış olabilmektir, zamanını anlamış olabilmek. Ama bu neyi gösterir? Ben zaten anlıyordum, ben zaten edebiyatı seviyordum, tiyatroyu, müziği, sinemayı seviyordum. Bütün bunları seviyordum ama öyle üstün bir adam olmak filan gibi bir derdim olmadı. Koşulları da biliyorum. Bana çok söylenmiş bir şey: “Sen bu televizyon işini, sinema işini” -ya da şimdi tiyatro için söylüyorlar- “Türkiye’de değil başka bir yerde yapsaydın bak senden neler olurdu.” Ben de diyorum ki, “Ne olacaktı ki benden bundan daha fazla, ben hayatımdan memnunum. Yani daha mı çok şöhret olacaktım? Hayır. Dünya çapında mı bilinecektim? Ne önemi var! Ayrıca da peki ne olacaktı ne değişik olacaktı?  Türkiye’de mi anlaşılmadım? Hayır, aksine en çok bu ülkede anlaşıldım. Bunun için benim bir Fransız, İngiliz, Amerikalı ya da Güney Afrikalı olmam gerekmiyor. Ben çünkü bu koşulları anlamış, bu dilde konuşan, en önemlisi bu dili çok seven, bu dille bir şeyler yapan bir insanım. Çünkü hep dil söz konusu benim yaptığım işte. (…)

Fotoğraf: Burak Saygılı

devamı için ABONE OL