SAHNEDE VAR OLABİLMEK AMA NASIL?

 Sinem Kotil

Sanatın ideolojiyle ilişkisini düşünmek, yalnızca sanatın “ne anlattığına” değil, “nasıl var olduğuna” da bakmayı gerektirir. Bir yapıtın biçimi, sesi, temposu, bedensel dili ya da sessizlikleri bile bir dünya görüşü, bir “normal” inşa eder. Bu nedenle sanatın ideolojik boyutu, içerikle sınırlı kalmaz; temsil ettiğiyle ve dışarıda bıraktığıyla, görünür kıldığıyla ve sessizleştirdiğiyle de belirlenir. Biçim ister düşüncede olsun ister pratik boyutta, her zaman hayatta nasıl bir yerde durduğumuzun yansıması olarak belirir. Her türlü içeriğin sadece ne anlattığına, büyük başlıklarına kafaların çevrildiği bir atmosferde; bir şeyin nasıl var olduğuna odaklanmak başlı başına bir direniş biçimi hâline gelir. Çünkü sanatın ürettiği anlam, yalnızca içerik üzerinden değil; varoluş biçimiyle de şekillenir. Bu nedenle sanatın ideolojik boyutunu tartışmak, aynı zamanda “Hangi hikâyeler anlatılıyor?”, “Kim görünür oluyor, kim dışarıda kalıyor?” gibi soruları da beraberinde getiriyor.

Benim odağa aldığım alan, tam da bu görünürlük ve sessizlik arasında işleyen bedensel deneyimlere odaklanıyor. Fenomenolojik bir bakış edinmek -yani şeylerin ne olduğunu değil de bizim onları nasıl deneyimlediğimize odaklanan bir yönelim olarak- sahnedeki bedeni estetik bir formun ötesinde bilgi üreten bir özne olarak kavramayı teşvik ediyor. Bu özne, yalnızca bireysel bir deneyimi değil; aynı zamanda tarihsel, toplumsal ve kültürel olarak inşa edilmiş bir bedenselliği de taşır. Bu bağlamda fenomenoloji, felsefi bir düşünce sistemi olmasının yanı sıra sahne sanatları pratiğindeyaşamsal bir yönelim hâline gelir. Bu bakışla sanat, estetik bir üretimin ötesinde, ideolojik ve etik bir tartışma alanı hâlini alır. (…)

 

devamı için ABONE OL